Kulağımız Neden Çınlar


Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Birinizin kulağı çınladığında beni ansın ve bana salavât getirsin ve 'zekerallâhü men zekeranî bi-hayrin' desin”

Resûlullâh, “Muhammedün Resûlullâh sallalâhü aleyhi ve sellem” ve bunun benzeri salavat-ı şerife okumak ile zikredilir, anılır.

Mü'minin kulağı çınladığı esnada Resûlullah (s.a.v.) onu Cenâb-ı Hak katında anmış, ona duâ etmiştir. Mü’minin ruhu bunu duyduğu zaman kulağı çınlar. Bunun için salavât-ı şerîfe okuması tavsiye buyurulmuştur.

Nitekim ayak uyuşup karıncalandığında da salavât getirmek tavsiye edilmiştir.

Mısır'ın Yavuz Tarafından Fethedileceğini Hz. Ali Müjdelemişti


Sultan Selim Han Şam kalesinde âlimlerle sohbet esnasında Şeyh Nâsır-ı Tarsûsî hazretlerine:

“Efendi, biz Mısır fatihi olabilir miyiz” dediler. Hz. Şeyh Nasır: “Müjde sana sultanım, Resûlullah’ın (s.a.v.) manevî huzurunda Hz. Ali (k.v.);

“Sultan Selim önce Rum ve Acem'e malik olur sonra Cezîretü'l-Arab'a malik olur.” buyurdular. Cezîretü'l-Arab Mısır'dır. İnşallah sultanım Mısır fetholunur ve hâdimü'l-Haremeyn olursunuz.” buyurdular.

Müslüman Korku İle Ümid Arasında Olmalıdır. Ama Nasıl?


Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) buyurdular:

‘Cennete ancak bir kişi girecek’ diye gökten nida edilse, o bir kişinin ben olduğumu ümid ederim.

Yine ‘cehenneme ancak bir kişi girecek’ diye gökten nida olunsa o bir kişinin ben olduğumu düşünerek korkarım.’

İşte, en büyük korku ve en büyük ümid budur.

Dualar Nasıl Kabul Olur?

Dua ediyoruz da sürekli kabul oluyor kabul oluyor mu diye kendimize soruyoruz. İşte duanın kabul olmasının şartlarından biri de şu hadisi şerif:
“Dua ile sema arası perdelenmiştir. Muhammed’e (s.a.v.) ve onun âline salevat okununca o perde kaldırılır.” (Hadîs-i Şerîf, Beyhakî, Şuabu'l-îmân)

Evet hadisi şerifte de buyurulduğu üzere dua ederken salavat okumak duanın hızlı ulaşmasına , kabul olmasına vesiledir.

Dedeme Çekmişim!

Allah ıslah etsin...

Allah Gaybı Bilmez mi? !

İşlenen Günahların Dünyadaki Cezası Ne Olur?

Hz.Ali'den
Bir kimsenin yaptığı günahın (dünyadaki) cezası ibâdette gevşeklik, maddî sıkıntı, lezzetin bozulmasıdır. "Lezzetin bozulması nasıl olur?” diye sordular: “İştahı çekip de eline helâl bir şey geçtiğinde karşısına mutlaka zevkini bozacak bir şey çıkar.” buyurdu.

Peygamberlerin ve Şehitlerin Gıpta Edeceği Kimseler

Ebû İdris el-Havelanî, Muaz b. Cebel’e (r.a.): 
 “Seni Allah için seviyorum.” dediğinde,
 Muaz: “Sana müjdeler olsun, ben Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim: 
 “Arş-ı A’zam’ın etrafında nurdan kürsüler vardır. Bu kürsülere öyle kimseler oturacak ki, elbiseleri ve yüzleri nur gibi parlayacaktır. Bunlar, Peygamber değil, şehidler de değildir, fakat Peygamber ve şehidler onlara gıpta edecektir.” Bunlar kimlerdir? diye sorulunca, Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Onlar, Allah için birbirini sevenler, Allah için buluşup oturanlar ve Allah için birbirini ziyaret edenlerdir.” buyurdu.

Arkadaşlık Üzerine

"İnsan sadık dostunu neden akrabasından çok seviyor?" diye soruldu.
"Akraba cismen, sadık arkadaş ruhen yakın oldukları için" buyurdular.
(İmam-ı Malik Hazretleri)

Pekmezde Hangi Vitaminler Mevcut?


Beslenme açısından, içerdiği organik asitler, mineral maddeler, vitaminler bakımından şekeri gölged bırakıyor. Yapılan bir araştırmaya göre 1 kg üzümün (veya 200 gr pekmez), kalori olarak 1150 gr süte, 300 gr ekmeğe, 390 gr ete tekabül ettiği belirtiliyor. İçermiş olduğu %80’e yakın karbonhidratın glikoz ve früktozdan oluşması sindirim sisteminde parçalanmaya gerek kalmadan çok kısa bir süre içinde kana geçmesini sağlıyor.
Pekmezde bulunan tüm şekerler glikoz ve früktoz halinde oldukları için bu basit şekerlerin sindirim sistemlerinde parçalanmasına gerek olmayıp, kana geçmek için enerjiye gerek duymuyor. Yani direk kana karışan pekmez, ılık suyla şerbet yapıldığında bu hızı arttırılabiliyor. Bu nedenle insan vücuduna hızlı bir şekilde, yaklaşık 30 dakikada enerji olarak ulaşabiliyor. Enerjinin hızlı sağlanması özellikle aktivitesi yoğun olan çocuklar, kas gücü ile yapılan işler, fazla enerji sarf edenler için çok önemli.

Pekmez, insan bünyesinin çok rahat bir şekilde kullanabildiği (+2) değerli demir içeriyor. Üzüm ve pekmezdeki demir kolayca emilebiliyor ve günlük demir ihtiyacının % 35’i yeterli miktarda! pekmezle karşılanabiliyor. Kan ve sinirlerin düzenli çalışmasını sağlayan kalsiyum, potasyum ve magnezyumla birlikte çalışması nedeniyle üzüm ve pekmez bu üç minerali bir arada bulunduruyor. Pekmez kanın pıhtılaşması ve
kalp kaslarının normal çalışması için de gereklidir. Yeterli kalsiyum miktarının mutlaka dışarıdan alınması gerekmektedir. Günlük 50 gr civarında kuru üzüm veya daha az pekmezin tüketilmesi, yeterli miktarda kalsiyumun alınabileceği manasına geliyor.

Pekmezi Nasıl Kullanabiliriz?


Anne ve babalar pekmezle farklı tatlar hazırlayarak çocuklarına pekmezi sevdirebilirler. Pekmez yoğurda katılarak keyifle yenilebilir. Pekmez yaz aylarında özellikle soğuk su ile karıştırılıp şerbet yapılabilir. Ayrıca kış aylarında kahvaltılarda pekmez ile beraber tahin yenilebilir. Pasta gibi şeker kullanılan ürünlerde pekmez şeker yerine kullanılabilir. Ancak kilo sorunu ve şeker hastası olanların daha dikkatli yemeleri gereklidir.
Pekmezi bilinen haliyle yemekten keyif almayanlar sos olarak, şeker yerine tatlandırıcı olarak, meyve salatasının ya da kek gibi ürünlerin içinde ya da suyla birlikte içecek gibi almaları mümkündür.

Hakiki Pekmez Nasıl Elde Edilir?


 •   Üzüm pekmezi kendine has koku, renk ve tad da olmalı, yanık tadı ve yabancı koku bulunmamalıdır.
•    Pekmezinin görünüşü kendine has ve homojen olmalıdır.
•    Tortusuz ve şekerlenmemiş olmalıdır.
•    Katı pekmez kendine has renkte olmalı ve akışkan olmamalıdır.
•    Pekmez diğer meyvelerin (incir, dut ve hurma gibi) çekirdek ve lif parçacıklarını ihtiva etmemelidir.
•    Pekmez, hangi meyveden yapılmış ise o meyvenin haricinde herhangi bir meyve katılmamalıdır.

Neden Spor Yapmalıyız?


Neden spor yapmalıyız? Biriken yağları eritmek, merdivenleri daha rahat çıkmak için mi, yoksa sabah namazına rahat kalkabilmek için mi? Peygamber Efendimiz, “Kuvvetli mü’min zayıf mü’minden hayırlıdır” buyuruyor. Bu çerçevede, “spor felsefemiz ne olmalı, kim için ya da ne için spor yapmalıyız?” suallerine cevap bulmak istiyoruz.
İlk sorumuzu soralım. Niçin spor yapılır? Bedenin sıhhati için mi, gösteri için mi, yoksa para için mi?
Günümüzde büyük çoğunluğun en çok para ve gösteri için spor yapmayı tercih ettiği görülüyor. Elinden geldiğince kaslarını güçlendiren ve güzelleştirilen sporcular, modern dünyanın ikonları ve popüler manada kıvama ermiş kahramanları gibi gözükseler de kalabalıkların heves ve ihtiraslarını yönlendirmekten öte gidemiyorlar.

İslamiyet’te spor, düşünmenin eylem safhasını bedene rahat yaptırmaya odaklanan bir hayat tarzıdır. Yani gaye ibadetleri rahat yapabilmek için bedenî hareketlere vakit harcamak olduğu gibi, ruhu yüceltmek için yapılacak ibadetlerde de bedeni güçlendirmek esas alınmıştır. Beş vakit namazın tadili erkâna uygun kılınması, hac farizasının şartlarına uygun ifa edilmesi, diğer ibadet ve sohbetlerde cemaate devam edebilmek için bedeni zaafiyetlerin olmaması icap eder. Zaten Peygamber Efendimiz’in “Kuvvetli mü’min zayıf mü’minden hayırlıdır.” buyurmasının manası ibadetlerle beraber düşünüldüğünde sporun ruh için bedeni güçlendirmek manasına olduğu daha kolay anlaşılacaktır.
Ne yazık ki çağımız modern spor anlayışı, ruhu bir kenarda bırakan, hatta övünmelerle beslediği ve sınırsız şöhretle süslenen, temelinde düşmanlığa dayalı bir sistem kurmuştur. Ayet-i kerimede Rabbimiz, “İyi bilin ki, ahirete yer vermeyen dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır.” Bugünkü sporun felsefesi ile ayet-i kerimenin buyurduğu tehlike aynıdır.
Modern batıda bir din anlayışı haline dönüştürülen spor gösterilerinin arka planında, aslında batıl dinî törenlerin olması hayli dikkat çekicidir. Anlık duygulara hitap eden, spor kahramanlarına tapınmayı teşvik eden, sürekli rekor kırma üzerine kurulu, doğaya hâkim olma anlayışına sahip, bedeni aşırı derecede öne çıkarmayı prensip haline getiren bir yapıdadır. Bu da nefsin beden üzerindeki hâkimiyetini artırmaktadır. Yumruk sarhoşu olmuş boksörler, steroidler yüzünden kansere yakalanmış vücut geliştiriciler sağlıklı ve bilinçli gibi görünseler de, aslen ve ruhen ölümün eşiğindedirler.
Bu anlamda aslında beden için yapılan spor anlayışı batı dünyasında yanlış yorumlanmış ve ruhu mahvedecek şekilde suiistimal edilmiştir. Böyle sonuçları olan spordan uzak durup durmama mevzusu ise insaf ve izan sahibi bir insan için aşikârdır.
O zaman ne yapmalı? Elbette ki, fert olarak spor her zaman bu sonuçlara götürmez. O yüzden bedenin ihtiyacı kadar şuurlu bir anlayışla spor faaliyetleri önemli ve lüzumludur.
İslam dini, mensuplarına dünya ve ahiret saadetini telkin eder.
Hal böyle olunca, meşru olduğu müddetçe, spor dinimizde caiz görülmüştür. Bu manada da bazı spor dalları dinimizde özellikle teşvik edilmiştir. İslam, kişinin dinini, canını, malını, aklını ve İslamiyet’te sporun gayesi ibadetleri rahat yapabilmek için bedenî hareketlere vakit harcamak olduğu gibi, ruhu yüceltmek için yapılacak ibadetlerde de bedeni güçlendirmektir.
İsmail Görmez-İnsan ve Hayat Dergisi-Ocak 2013

Nakşibendiliğin İstanbul'a Ulaşması


Fatih Sultan Mehmed Han’ın fetihten sonra gerçekleştirdiği en önemli işlerden birisi, İstanbul’u bir ilim ve irfan merkezi haline getirmesidir. Kendisi de bir âlim, arif ve şair olan Sultan, devrinin mümtaz zatlarını İstanbul’a getirebilmek için kendine has usuller kullanmıştır.
İstanbul’un fethiyle buraya ulaşan Nakşibendîlik, Beyazıt zamanında hem müesseseleşmiş, hem de tekâmülünü devam ettirmiştir.
Emir Buhari, Molla İlahi’den sonra Nakşibendî müritlerinin Anadolu’daki ikinci büyük piri olarak kabul edilmektedir. 
Bilindiğinin aksine Nakşibendiyye, Muhammed Bahaeddin-i Buhari tarafından tesis edilmemiştir. Nakşibendiyye, bir silsilenin devamıdır. Bu silsilenin başı Peygamber Efendimize dayanmaktadır. 

Muhammed Bahaeddin-i Buhari Hazretleri de bu silsilenin beş önemli kutbundan biridir. Bu silsile her dönemde farklı isimler almıştır. Hazreti Ebu Bekir döneminde Sıddıkıyye olarak anılırken, Muhammed Bahaeddin-i Buhari döneminde ise Nakşibendîyye olarak adlandırılmıştır. Nakşibendiyye bu silsilenin en meşhur ismidir. Ancak şunu söyleyebiliriz Nakşıbendiyye daha çok Orta Asya’da şümül bulmuşken, Fatih’in âlimlere olan sevgi ve muhabbeti ile İstanbul Nakşıbendiyye ile tanışacaktır.
Fatih Sultan Mehmed Han’ın döneminde yaşayan Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin şöhreti İstanbul’a kadar ulaşmıştır. Sultan Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerini ve Molla Cami’yi İstanbul’a davet etmiş ve bununla birlikte Nakşibendî erkânına ilgi duymalarına sebep olmuştur. Gerek Molla Cami gerek Ubeydullah-ı Ahrar bu davete icabet edemese de, kendi yetiştirdiği Molla İlahi ve torunu Emir Buhariyi İstanbul’a göndermiştir. Nakşibendîlik Anadolu’ya bu zatlar vasıtasıyla girmiştir. İkinci Beyazıt’ın Abdullah İlahi’yi Anadolu’ya davet etmesi ve onun da, halifesi Emir Buhari’yi İstanbul’a göndermesi neticesinde, Nakşibendîlik İstanbul’da yavaş yavaş yayılmıştır.


Orta Asya’dan Abdullah İlahi ile birlikte Buhara’dan Anadolu’ya gelen Emir Buhari de İstanbul’a ilk geldiği zaman Vefa Tekkesi’nde kalmıştır. Şeyh Vefa’nın tekkesi, devrin âlim, arif ve şairlerinin uğradığı bir mekân haline gelmiş, adeta münevverlerin toplandığı bir ocak olmuştur. Emir Buhari, Kütahya Simavlı Abdullah İlahi’den sonra Nakşibendiyye tarikatının Anadolu’daki ikinci ismidir. İstanbul Fatih’te ilk Nakşibendî dergâhını getiren odur.
Şeyh Vefa’nın irtihali ile birlikte Vefa Tekkesi yavaş yavaş önemini kaybetmiş bununla birlikte, Emir Buhari ile gelen Nakşibendîlik İstanbul üzerinden dünyaya İslamiyet’in nurunu ve feyzini yaymaya devam etmiştir.


Din Kültürü Kitapları Ortak Din İçin Zemin mi Hazırlıyor ?


Geçen yıla kadar mecburi eğitim 8 sene sürüyordu. Birçok genç ancak mecburi eğitimden sonra arzu ettiği eğitim müfredatını gerçekleştirebiliyordu. 12 yaşına kadar devam eden bu dönem, birçok alanda olduğu gibi dini tedrisat için de ayrı bir önem arz etmektedir. Böyle olunca mecburi eğitim bitene kadar, okullarda Müslüman çocuklara en doğru bilgilerin verilmesi icap ediyor. Bu düşünceden hareketle, çocuklarımıza doğru bilgilerin verilip verilmediğini birkaç kitaptan sizin için analiz ettik.
Geçen sayılarımızda, bazı sınıflarda verilen yanlış dinî bilgilere dikkat çekmiştik.

Bu konuya devam ediyoruz; çünkü, önceki yıllarda Müslüman ailelerin çocukları 12 yaşına kadar bu kitaplara bağımlı kalıyordu. Şimdi ise 4+4+4 sistemi ile yaş sınırı 18’e kadar çıkmakta. Böyle bir durum ise dini tedrisatta düşündürücü bir tablonun karşımıza çıkmasına sebebiyet veriyor. Neden mi?
Buyurun inceleyelim.
Sünnet ne zamandan beri kültür oldu?
8. sınıfın Din Kültürü kitabını hazırlayan Üzeyir Gündüz, KÜLTÜRÜ ANLAMADA DİNİ DOĞRU ANLAMANIN ROLÜ başlığıyla Müslüman yavrulara şu bilgileri veriyor:
“Müslüman toplumlarda yanlış din anlayışından kaynaklanan ve kültüre yerleşen birçok uygulama vardır. Örneğin; bazı insanlar Hz. Muhammed döneminde var olan her şeyi dinî bir yükümlülük olarak değerlendirmektedirler. Sakal bırakmayı, sarık sarmayı dinin bir gereğiymiş gibi görebilmektedirler. Oysa sakal bırakmak, sarık sarmak, o günün koşullarına özgü kültürel bir durumdur.” (Sayfa, 37)
Sayın Üzeyir Gündüz’e sormak gerekiyor. Ne zamandan beri sünnet-i seniyye alelade bir kültür mertebesine indirildi? O böyle dese de biz İmam-ı Tirmizî, Ebû Dâvud gibi ana hadis kaynaklarında sarık ve sakal hakkındaki hadis-i şerifleri yok sayıp, ilimden uzak bu cümleleri kabul edecek değiliz. “Peygamberimiz zamanında kâfirler de Müslümanlar da giyinik idiler. Dolayısıyla giyinmek dinin gereği değil kültürel bir durumdur.” demek ne kadar yanlışsa, “Sakal bırakmak, sarık sarmak, o günün koşullarına özgü kültürel bir durumdur.” demek de o kadar yanlıştır.
Kâfirlerin sakal bırakmasından bize ne! Peygamberimiz zamanında kâfirlerin de Müslümanlar gibi sakal bırakıyor olması, sakalın İslâmî olmadığına delil olamaz. Kâfirin sakalı ayrıdır Müslüman’ın sakalı ayrı. Müslüman’ın sakalının nasıl olacağının tarifi belli. Sünnet üzere bırakılan sakal bir tutam olacak…
Yazımızı fazla uzatmamak için sarığın nasıl olacağı hakkında da hadis-i şerifler vardır deyip geçelim. Meselenin özeti şu ki, sakal da sarık da sayın yazarın dediği gibi kültürel bir durum değil, her ikisi de Sünnet yoluyla İslâmî’dir. Din Kültürü kitabındaki bu ifadeler ya kasıtlı ya da talihsiz bir yanlıştan ibarettir..
Mezhepsizlik hezeyanı ya da bağlanma koşulu
Sayın yazar yukarıdaki sözünde “Müslüman toplumlarda yanlış din anlayışı…” ifadesini kullanmış. Doğru din anlayışını kendisi bildiğine göre bakalım mezhepler hakkında ne demiş?
Kitaptaki bir cümlesi aynen şöyle: “Müslüman olmak için dinimizde bir mezhebe bağlanma koşulu aranmaz.” (Sayfa, 90) Evet, yeni Müslüman olacak bir kimse için bir mezhebe bağlanmak şart değildir.
Bu doğru; ama henüz 8. sınıfta ve zaten, Müslüman anne babadan doğan çocuklara, meseleyi bu şekilde sunmanın ne manası var?
Meselenin doğrusu şöyledir: “Müslüman olmak için dinimizde bir mezhebe bağlanma şartı aranmaz.” ama Müslüman olduktan sonra aranır. Çünkü ibadetsiz din olmaz, ibâdet de mezheplere göre yapılır.
Bir kimse Müslüman olduysa elbette ibâdet edecektir. Bir mezhebe bağlanmazsa ibâdetini neye göre ve nasıl yapacaktır? Dolayısıyla, bir mezhebi benimsemek, kişinin iman Sakal da sarık da sayın yazarın dediği gibi kültürel bir durum değil, her ikisi de Sünnet yoluyla İslâmî’dir. Din Kültürü kitabındaki bu ifadeler ya kasıtlı ya da talihsiz bir yanlıştan ibarettir….

Orhan Semih-İnsan ve Hayat
Kula%C4%9F%C4%B1m%C4%B1z+Neden+%C3%87%C4%B1nlar